Uzak gibi görünen, ama insanın kalbine tuhaf bir yakınlık kuran topraklar… İçinde Fanar Hotel & Residences, Juweira Hotel, Salalah Rotana Resort, Hawana Aqua Park ve Sifawy Boutique Hotel gibi uluslararası otellerin bulunduğu bu büyük yapının başında ise bir Türk var: Mehmet Tunç Müstecaplıoğlu. Zarafeti, kültürü, tevazusu ve İstanbul beyefendiliğiyle gerçek bir turizm ustası.
Onun daveti üzerine, zincirin farklı mutfaklarından seçilmiş şeflere; Osmanlı Saray Mutfağı, Anadolu lezzetleri, etnik tatlar ve kadim Türk mutfak kültürü üzerine bir masterclass programı vermek üzere yola çıktım. Bir anlamda, memleketimin kokusunu, sesini ve ateşini o mutfaklara taşımaya gidiyordum.

Daha İstanbul’dan Doha’ya uzanan yolculuğun ilk anında bile Müstecaplıoğlu’nun nezaketi hissediliyordu. Doha’da aktarma için, uçağın merdivenlerinden indiğimde, elimde adımı taşıyan levhayla bekleyen hanımefendiyi görünce şaşkınlığımı saklayamadım. Golf arabasına alındım; sıcak havlu, gülümseyen yüzler, açılan kapılar… Hiç beklemeden geçilen kontroller, ve krallar gibi körüğün kapısına geldim, yine işlemler hemen ve öncelikli tamamlandı. Ardından uçağa tek başıma yöneliş, sağlam ve cesur adımlarla ilerleyip yerine oturdum. Küçük jestlerin bir yolculuğu nasıl güzelleştirdiğine bir kez daha şahit oldum. Havayollarının servisi kusursuz, yemekleri ise kabul etmek gerekir ki sıradandı. Ama bir dönem yaşadığım Tunus Havayolları deneyimlerini hatırlayınca, o sıradanlık bile kıymetli geldi. Doha’da yaşadığım zarif karşılamanın ardından, Salalah’a vardığımda da benzer bir incelikle alındım, bir limuzinle otelime ulaştım ve Club Fanar’daki odama yerleştirildim. Odanın penceresinden Hint Okyanusu’na uzanan ufuk çizgisini ilk gördüğüm an, mutluluk ve yapacaklarımın heyecanıyla, burada güzel işler çıkaracağız dedim.

Oteller, kıyı boyunca inci taneleri gibi dizilmişti. Bir ucundan diğerine golf arabasıyla yirmi dakikada ulaşılabilen uzun, romantik bir sahil… Oman, hem Umman Körfezi’ne hem Hint Okyanusu’na bakan bir yarımada. Bu yüzden bir balık cenneti. Sardalya’dan balina’ya kadar, deniz adeta yaşayan bir ansiklopedi. Doğa tüm ihtişamıyla korunuyor; avcılık yasak, doğal yaşam saygı görüyor. Geceleri balkona çıktığınızda, ay ışığının altından geçen bir ceylan, kıyıda beliren bir tilki veya suyun üzerinde süzülen bir balina görmek hiç şaşırtıcı değil.

O romantik manzaraların ardından, mutfak artık beni bekliyordu. On beş gün boyunca, 33 farklı ülkeden personelin çalıştığı, onlarca değişik mutfağın bulunduğu ve yüzlerce mutfak personelinin yaşadığı bu oteller zincirinde şeflerle omuz omuza çalıştık. Kimi zaman üç porsiyonluk bir sunum, kimi zaman 300 kişilik bir ziyafet için ateşi harladık. Yanımda her daim Türk şeflerim vardı: Süheyl Şef, İsa Şef, Uğur Şef, Serkan Şef… Sonra Mısır’dan gelen, herkesin “Münir abisi” olan o müthiş yürek… Bir de dönerin değişmez ustası Mehmet Şef. İran’dan Ruanda’ya, Pakistan’dan Malezya’ya, Hindistan’dan Endonezya’ya kadar uzanan bir renk armonisi… Hepsiyle aynı kazanın başında ter dökmek, aynı tabağa emekle dokunmak tarif edilemez bir deneyimdi.

Biz Osmanlı Saray Mutfağı’ndan seçtiğimiz tatları; orada bulunabilir ve sürdürülebilir malzemelerle uyumlayarak pişirdik. Bazı reçeteler daha o anda, sezonun menülerine girdi bile. Onların gözlerindeki parıltıyı görmek, yemeğin yalnızca karın değil, ruh da doyurduğuna bir kez daha inandırdı beni.
“Peki neler yaptık?” derseniz… Anlıyorum, bu hikâye burada bitmeyecek. O hâlde gelecek ay, Salalah’ın mutfak sırrını birlikte aramaya devam edelim.
Sevgilerimle
