Sevgili Okuyucularım,
Türk mutfağı dediğimiz o devasa lezzet deryası aslında bir günde ortaya çıkmadı; tarihten kültüre, göçten toplumsal yapıya kadar türlü türlü malzemeyle yavaş yavaş demlendi, kıvamını buldu.
Orta Asya’da et ve süt ürünleriyle başlayan bu yemek yolculuğumuz, ateşle tanışınca “yüksek ısıda pişirme” diye hava atmaya başladı. Kımız, kavurma, tandır… Hepsinin kökleri Orta Asya’da; yani atalarımızın “barbekü” kültürü düşündüğümüzden daha eski.

Sonra ne oldu? Anadolu Selçuklu döneminde ahi teşkilatları sağ olsun, yemek yapmak bir sanat değil bir meslek hâline geldi. Kervansaraylarda çalışan aşçılar, sefere giden yeniçeriden sadrazama kadar herkesi doyurur hale geldi. Bu arada Anadolu’nun sebzesi, meyvesi mutfağımıza girip masaya renk kattı.
Osmanlı zamanında işler iyice profesyonelleşti. Aşçı olmak için sınavlar var, eğitim var… Yani şimdiki “şeflik sertifikası” olayının atası aslında saray mutfağı! Balkanlar’dan Akdeniz’e, Ege’den Orta Doğu’ya kadar ne varsa toplanmış; sonuç olarak ortaya devasa bir lezzet arşivi çıkmış. Bir nevi dönemin MasterChef All Starsı.
Cumhuriyet dönemine gelince mutfak saraydan çıkıp halka indi; lokantalar, esnaf yemekleri, aile sofraları… Hepsi birleşip bugünkü çeşitliliğimizi oluşturdu. Göçlerle birlikte mutfak iyice renklenince Antep, Hatay, Ege ve Karadeniz gibi bölgeler kendi yıldızını parlattı.
Derken turizmin yükselişiyle aşçılık artık sadece “yemek yapmak” olmaktan çıktı; görünmez kahramanlardan oluşan profesyonel ekiplerin elinde bambaşka bir seviyeye taşındı. Gastronomi okulları açıldı, şefler televizyon ve sosyal medya fenomene dönüştü. Sunumlar, tabaklamalar desen; adeta yemekler podyuma çıkıyor.

Tüm bu sürece baktığımızda, göçebe kültürden saray ihtişamına, esnaf lokantasından dünya sahnesine uzanan kat kat bir mutfak hikâyesi görüyoruz. Tabiri caizse Türk mutfağı bir ev olsaydı, temelden çatıya kadar her tuğlası özenle konmuş olurdu.
Bugün Türkiye’nin her köşesinde kendine has tatlar, yöresel mutfaklar var. Antep’in ateşli lezzetleri, Hatay’ın aromatik şöleni, Karadeniz’in mısır unlu mucizeleri, Anadolu’nun bereketli sofraları… Hepsi birleşip modern Türk mutfağının kocaman bir tablosunu oluşturuyor. Ve sevgili dostlarım, geçmişte olduğu gibi gelecekte de mutfağımıza sahip çıkmak hepimizin işi. Edirne ve Samsun’un pirincine, Konya ve Niğde’nin kuru fasulyesine, dört bir yanımızın binlerce çeşit bakliyatına… Üretenlere ve ürünlere destek verelim ki bu lezzet mirası daha nice nesillere aktarılsın.
Afiyetle, sevgiyle ve biraz da mizahla!
